Adil Akkoyunlu, öğretmen olarak vazife yaptığı Malatya'nın Hasırcılar mahallesinden elleri kelepçelenerek götürüldüğü ve dört ay boyunca her türlü işkence ve eziyete uğratıldığı günlerini dinleyencilere anlattı.
Akkoyunlu 12 Eylül günü sonrasında yaşadıklarını anlattığı konuşmada "Türkiye tarihinin alnına sürülen kara bir lekedir 12 Eylül 1980 darbesi. Sıkıyönetim olmasına rağmen çıkan olaylarda her gün yirmi kişi ölüyordu. Seksen yılının ilk ayında ölü sayısı 2000’i aşmıştı. Hem sağdan, hem soldan ölen bazı kişilerin aynı silahlarla vurulmuş olması söylentileri kafaları karıştırıyordu. Birileri planlı bir şekilde ülkeyi karıştırıyor, darbeye zemin hazırlıyordu. Ülkede sosyal, siyasi ve ekonomik kriz önü alınmaz hal almıştı. Evren’in hatıralarında değindiği gibi artık müdahale etmek için ülke hazır hale gelmişti. Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren öncülüğünde ordu, yönetime el koydu. Saat 05.00’ten itibaren sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Siyasi liderler tutuklandı. Partiler ve STK’lar kapatıldı, mal varlıklarına el kondu. Valilerin, belediye başkanlarının, daire müdürlerinin çoğu görevlerinden alındı; yerlerine emekli askerler atandı. Evren, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Ulusu’yu Başbakan olarak görevlendirdi. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun'dan oluşan bir Milli Güvenlik Konseyi kuruldu. Bundan böyle Türkiye, 1983 Genel Seçimlerine kadar bu cunta tarafından yönetilecekti. Darbeden sonra bıçakla kesilmiş gibi bütün olaylar birden duruverdi. Oysa daha önce de sıkıyönetim vardı ama nedense olayların önü alınamıyordu. Darbe, ülkenin siyasî, sosyal, ekonomik, ahlakî bütün değerlerini alabora etti. Her şey karaborsa oldu. Temel ihtiyaç malları bile bulunmuyordu. Kuyruklar uzayıp gidiyordu. Herkes, huzursuz ve tedirgindi" dedi.
Yaşadığı acı hatıralardan dolayı gözleri dolan Adil Akkoyunlu sözlerine devam ederek "Darbeden sonra bıçakla kesilmiş gibi bütün olaylar birden duruverdi. Oysa daha önce de sıkıyönetim vardı ama nedense olayların önü alınamıyordu. Darbe, ülkenin siyasî, sosyal, ekonomik, ahlakî bütün değerlerini alabora etti. Her şey karaborsa oldu. Temel ihtiyaç malları bile bulunmuyordu. Kuyruklar uzayıp gidiyordu. Herkes, huzursuz ve tedirgindi. Darbenin yapıldığı ilk günlerdi. Malatya’nın merkeze bağlı Hasırcılar köyünde öğretmendim. Sabah’ın erken saatlerinde jandarmalar evimin etrafını sardı. Elime kelepçe vurup evi aramaya başladılar… Odalarda postallarıyla dolaşıyor, bütün eşyaları dağıtıp evin orta yerine yığıyorlardı. Eşim, tedirgin ve korku içindeydi. O zaman üç yaşlarında bulunan oğlum ise ağlayıp duruyordu. Ben, metin olmaya çalışıyordum. Başçavuş, kitaplıktaki kitapları alıp incelemeye başladı. Kapağında veya içinde İslamî ya da Arapça ibare bulunan kitapları yere savuruyor, bir yandan da bağırıyordu: “Oğlum, sen öğretmen misin, din hocası mısın?” Eşimin ve çocuğumun yanında bana hakaret etmesinler diye ne söyleseler sesimi çıkarmıyordum. Bir yandan da attığı kitapları, kelepçeli ellerimle yerden alıp öpüp masanın üzerine bırakıyordum. Dilim varmıyor söylemeye ama maalesef Kur’an’ı da fırlattı. Ağlamaya başladım. Yerden aldım, öptüm, öptüm ve masanın üzerine bıraktım. Yahudiler ve Hıristiyanlar da olsaydı ancak bu kadar yaparlardı. Suç teşkil edecek bir şey bulamadılar. Özellikle İslamî içeriğe sahip kitaplarımı torbalara doldurup aldılar, evden ayrıldık. Bir hırsız, namussuz veya katil gibi etrafımda jandarmalar, elim kelepçeli, köyün içinden geçip askeri minibüse binerken, kahroldum. Mehmet Tuğrulca da minibüsteydi. Haftada iki akşam toplanır, “Fizilal”, “Riyazü’s Salihin” ve Ömer Nasuhi’nin ilmihalini okurduk. Mehmet de bana yardımcı olurdu. Müezzini olmadığı için bazen camide müezzinlik de yapardı. Davudî bir sesi vardı. Sonradan öğrendim: Mehmed’e benim evimi sormuşlar. O da: “Bilmiyorum” demiş. “Köyünüzün öğretmeninin evini nasıl bilmezsin” deyip onun da eline kelepçe vurarak arabaya atmışlar. Ona da çok işkence yapmışlar. Bizi Malatya’ya Jandarma Komutanlığına getirdiler. Tek kişilik birer hücreye koydular. Devrisi gün akşama kadar aç susuz beklettiler orada. Bildiğim sureleri sürekli okuyor, dua ediyordum. Tutuklu bulunduğum sürece en yakın dostum ezberimdeki sureler oldu. Ve sürekli dua ettim. Başka kime sığınır, yardım bekleyebilirdim ki! Sonra yine gözlerimi bağlayıp arabada yere yatırarak başka bir yere götürdüler. Koğuşta açtılar gözlerimi. Burası bir binanın bodrum katıydı. Leş gibi kokuyordu. Taş duvarları sıvasızdı. Küçük bir pencereden hava alıyordu. İçeride solcu – sağcı, Müslüman tam yetmiş kişi kalıyordu. Çift kişilik, demir ranzalarda, kirli yataklarda yatıyorduk. Duvarlarda teyemmüm ederek yatağımın üzerinde namazlarımı kıldım. İlk işkencemiz açlıkla başlıyordu. Normal bir insanın yiyeceği ekmeğin ve yemeğin dörtte biri kadarı bile elimize geçmiyordu. Ekmeği getirirken koydukları karton kutunun içine dökülen kırıntı yüzünden insanların kavga edişleri hâlâ gözlerimin önünde" şeklinde konuştu.
Yazar Adil Akkoyunlu, 12 Eylül'ün çarpıcı gerçekleri anlattığı ve dinleyenleri sarsan bilgilerde bulunarak "Verilen istatistik bilgilere göre seksen darbesinde; 650 000 kişi gözaltına alınmış. 1 683 000 kişi fişlenmiş. 210 000 dava açılmış. 230 000 kişi yargılanmış. 7 000 kişi için idam cezası istenmiş. 517 kişiye idam cezası verilmiş. İdamları istenen 259 kişinin de dosyaları Meclis'e gönderilmiş. Keyfi bir yönetim hâkimdi. Cunta, istediğini idam ediyordu. Erdal Eren'in idam kararı Yargıtay tarafından iki kere iptal edildiği halde MGK’nin kararıyla, 13 Aralık 1980'de Ankara Merkez Cezaevi'nde infaz edildi. Ne mahkeme tanıyorlardı, ne de kanun… Zaten istedikleri kanunu çıkarıyorlardı. Her şey Cunta’nın keyfine kalmıştı. Özel bir kanun çıkararak 2. ligde oynayan Ankaragücü’nü birinci lige çıkardılar. İstatistiklere göre; tam 30 000 kişi işten atılmış. 3854 öğretmenin, 120 öğretim üyesinin ve 47 hâkimin işine son verilmiş. Ordudan yüzlerce kişi atılmış. 20 000 civarında insan işinden ayrılmak zorunda bırakılmış. 14 000 kişi yurttaşlıktan çıkarılmış. 30 000 kişi de siyasi mülteci olarak yurtdışına gitmiş. İşkencelerden 171 kişinin öldüğü belgelenmiş. 300 kişi kuşkulu bir şekilde ölmüş. Cezaevlerinde 299 kişi ölmüş. 14 kişi açlık grevinde ölmüş. 43 kişinin intihar ettiği bildirilmiş. 73 kişiye “doğal ölüm” raporu verilmiş. Yozgat’ın Akdağmadeni ilçesine bağlı Karaalikaçağı köyüne tayinim çıktı. Sivas’la Yozgat arasında, ikisine de çok uzak; yolu, suyu, elektriği, telefonu olmayan, mahrumiyet içerisinde kıvranan yüksekçe bir yere kurulmuş bir köydü. Kanalizasyonu olmadığı için bahçelere yapılmış küçük tuvaletlere gidiyorlardı. Bir samanlığı temizleyip bize ev olarak tahsis ettiler. Köyün bütün evleri çatısızdı. Onlar, samanlayıp tuzlayıp loğlayarak yağmuru, yaşı önlemeye çalışıyorlardı. Bizim damımız bakımsızdı. Damlaların yaşın içindeydik. Evde otlar yeşeriyordu. İstifamı versem, ne yapabilirdim ki? Mecburen kaldık. Orada bile bizi rahat bırakmadılar. Köyde dilenci kıyafetiyle iki tane genç dolaşmaya başladı. Ama bunlar bildiğiniz dilencilere hiç benzemiyorlardı. Sportif, yürürken dik dik yürüyen, oturunca ayak ayak üzerine atan, yakışıklı gençlerdi. Köylülere sordum “bunlar kim” diye. “Hocam, bizim buraya falan köyden dilenci gelir. Onları da tanırız. Bunlar, yeni peyda oldu” dediler. Canım sıkıldı. Bir gün bir evden çıkıyordum. Onlar da o eve gireceklerdi. Kapıda karşılaştık. “Bana bakın” dedim. “Eğer gerçekten bir şeylere şahit olur, görür, duyarsanız rapor edin. Fakat yalan yanlış şeyler yazmayın.” dedim. Demeseydim keşke. Gözleseydim ne yapacaklarını. Aniden oldu. Onlar da boş bulundular. Birden biri elini ceketinin iç cebine soktu. “Biz, dilenciyiz, istersen kimliğimizi gösterelim” dedi. “Ne raporu? Kime, ne yazacağız” demediler. Kimlik sormaya, göstermeye alışmışlar ya. Dilenci olduklarına dair de kimlik göstereceklermiş. Dilenci kimliği nasıl oluyorsa? O günden sonra bir daha görülmediler. Eşimle konuştuk. İstifamı verip Malatya’ya dönmeye karar verdik. Rabbim, bu millete 12 Eylül benzeri hatıraları bir daha yazdırmasın" şeklinde darbe gerçeklerini hatırlattı.
Yazar ve dinleyicilerle çekilen hatıra fotoğrafları ile program son buldu.
İSTANBUL (UHA) - ÖZKAN KARACA
SON YAZILAR